Powered By Blogger

Kayıktaki herkes kürek çekmeli...

Köy Enstitüleri, Eğitim Sistemi ve Yükselen Suç Oranları Üzerine....
.
Jean Paul Sartre’ın “Sadece kürek çekmeyen kişinin tekneyi devirecek zamanı vardır.” sözünü duymuşsunuzdur. Çalışmanın övülmesi ya da bir amacı olmadan yaşamanın yerilmesi amacıyla söylendiğine inandığım bu söz ne yazık ki bazı durumlarda kötü bir yönetim anlayışının da gerekçesi olabiliyor. Yani yalandan da olsa bir iş yapsın, boş oturuyor görünmesin diye düşünüldüğünde bu sefer de verimli ve etkin çalışma alışkanlığının yerine çalışır gibi yapma huyunu getirmiş oluyoruz.
Ben bu sözü olumlu şekilde ele almak istiyorum. Toplumların huzurunu kaçıran en büyük sorunlarından birisi suça meyilli insanlar. Bugün bir suçla karşılaştığımızda genel olarak kurbanın yaşamına ya da eylemin ayrıntılarına yöneliyor, suçluyu ise manyak, ruh hastası, mikrop gibi sözcüklerle tanımlayıp bırakıyoruz. Aslında bu tür olaylarda en fazla incelenmesi gereken alan suçun oluştuğu yer, yani suçlunun beyni, yaşam ortamı, ailesi ve arkadaşları. Uyuşturucu kullanıyormuş, ilaç içmiş gibi açıklamalar yapıldığında bile arkasından beklediğiniz ‘Neden?’ sorusu gelmiyor. Nasıl olmuş da uyuşturucu içmeye başlamış sorusu göz ardı edilerek sadece sonuç üzerinden bir değerlendirme yapılıyor. Seçilen ‘cani’, ‘canavar’, ‘psikopat’ gibi sözcükler sonucunda bu kişilerin içinde bir kötülük varmış da bu eylem de onun doğal bir sonucuymuş gibi bir algı oluşuyor.
Benim bu tür olaylarda dikkat ediğim birkaç ortak nokta var. İsterseniz suçlu yakınlarının ağzından bunları -hayali olarak- aktarayım:
“Falanca çok sakin, çok sessiz bir insandı. Nasıl böyle bir şey yaptı aklımız almıyor?”
“Falanca eviyle işi arasında yaşayan bir insandı. Böyle bir suçu ne ara işledi anlayamadık.”
“Falanca çok iyi eğitim almış, başarılı bir kişiydi. Böyle bir şeyi yaptığına inanamıyorum.”
Yukarıdaki üç kişinin de aslında bir ortak noktası olabileceğini düşündünüz mü? Bu kişiler büyük olasılıkla teknede küreği çekmiyorlardı. İnandıkları bir amaç, zevkle yaptıkları bir hobileri yoktu. Elimde bir istatistik yok ancak el işiyle uğraşan bir adamın, her gün tarlasındaki ayrık otlarını temizleyen bir kadının, cam boyayan, tahta oyan, dünyayı gezen, bir yere yürüyerek, tekneyle, bisikletle varmak üzere antrenman yapan kişilerin böylesi bir suçu işleme eğilimlerinin çok daha az olacağını düşünüyorum. Elbette kahvede kâğıt oynamak ya da televizyonda dizi, futbol seyretmek gibi uğraşları bu gruba sokmamak gerekiyor. Bir hedefi olan, yaratıcılık gerektiren en önemlisi de üzerinde hayal kurulabilecek uğraşlardan söz ediyorum. İbadet etmek, işyerinde çalışmak, otomobil sürmek, kitap okumak, güzel yemekler yemek gibi uğraşlar size güzel geliyor olsa da bu söylediğim gruba girmiyorlar.
Eğer sabah büyük bir zevkle tarlaya koşup orada çalışıyor, ekeceğiniz tohumlar, yetiştireceğiniz sebzeler ile ilgili hayaller kuruyorsanız tarlada çalışmak sizin için hayal kurabileceğiniz gerçek bir uğraş olabilir ancak sadece para kazanmak için üfleye püfleye tarlaya gidiyorsanız aynı çalışma sizin için üzerine hayal kurulabilir uğraş sayılmaz. Üzerine hayal kurulabilecek uğraşlar olarak müzik, edebiyat, resim, el işleri, tarım, maket yapımı, dans, tiyatro, heykel, çiçek bakımı, aşçılık gibi onlarca konu bulabilirsiniz. Mutlaka birisi içinizdeki gizli gücü harekete geçirecektir.
Ülkemizdeki rekabete dayalı eğitim anlayışı içinde bu tür uğraşlar ne yazık ki arka plana itiliyor. ‘Bir enstrüman çalmak ne işe yarar?’, ‘Bu enstrüman para kazandırır mı?’ gibi sorular sorulabiliyor. Resim yapan kişiye hemen sergi açmaktan söz ediliyor ya da tablolarını çok pahalıya satabilen bir ressamdan örnekler verilip, sürekli olarak unvan ya da ün sahibi olmak üzerinden değerlendiriliyor uğraşlar. Yapılan işlerden hep birincilik, hep parasal getiri, hep övgü sözcükleri bekleniyor. Bu beklentiler de ne yazık ki uğraşlarımızın içindeki ruhu öldürüyor, yeşil çayırları üzerinde hayal kurulamayan çorak bir arazi haline getiriyor.
Bizim eğitim sistemimizin belki de en büyük eksikliği öğrencilere bir el yeteneği, bir sanat kazandırmak gibi amaçlarının olmaması. Köy Enstitülerindeki dersleri hiç inceleme olanağınız oldu mu? İnternette “Köy Enstitülerinde Okutulan Dersler” diye bir arama yaparsanız göreceksiniz: Balıkçılık, arıcılık, kümes hayvancılığı, demircilik, el sanatları diye başlayıp yapıcılık, dikiş, örgü, marangozluk diye gidiyor. Beş yılda okutulacak ders saatlerine bakıyorum Tarih 322, Coğrafya 276 saat. Peki müzik? Müzik tam 460 saat. Müzik dersi tarih, coğrafya, fizik, kimya gibi derslerin saatlerinin neredeyse iki katına yakın. Makine, motor kullanma, dülgerlik, ipek böceği yetiştiriciliği, ziraat işletmeciliği, kooperatifçilik. Çocuk bakımı bile var. Derslerin güzelliğini görebiliyor musunuz? Tarlada çalışan öğretmenleri, fidan diken öğrencileri gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Sizi bilemiyorum ama bana okul gibi değil de cennet gibi görünüyor bu enstitüler. Ben toprakla uğraşmayı kırk yaşından sonra öğrenmiş birisi olarak bu derslerin nasıl aydınlık bir anlayışın ürünü olduğunu ancak bugün fark edebiliyorum.
Günümüzde bu tür uğraşlara ne yazık ki değer verilmiyor. Birileri sizin yapacağınızdan bin kat iyisini asırlar önce yapmış olabilir. Yapacağınız işten beş kuruş para gelmeyebilir hatta biraz harcama yapmak durumunda bile kalabilirsiniz. Ancak bu uğraşların asıl amacı para kazanmak değil dünyayı, hatta kendinizi tanımanıza olanak sağlaması. Okul yaşamım boyunca çok ders aldım ancak yaşamımı gerçekten değiştiren tek ders çoğu kimse tarafından okulun en önemsiz dersi gibi görünen seçmeli müzik dersi oldu.
Bugün suç oranlarının hızlı şekilde arttığı, terör, kadına şiddet, yolsuzluk gibi suçlarınsa on yılda bir birkaç katına katlandığı günümüzde barışçıl bir toplum içinde yaşamanın tek yolu Sartre’ın sözündeki gibi kayıktaki herkesi kürek çeker hale getirmek. Köy Enstitüleri bunu başarmak üzere kurulmuş ve kapatılana dek çok önemli başarılar elde etmişti. Bugünkü eğitim anlayışımız ise ne yazık ki bu bakış açısından sapmış, son sürat uçuruma gider bir halde.
Burak Kaya.

Hiç yorum yok: