Powered By Blogger

“Harmanda izi olmayanın, yemekte gözü olur mu?”

''Sonra akşam yemeği hazırlıkları yapılırdı. Görevli kümeler, bir iş takvimine göre sırayla bu işi yapardı. Herkes her işin ucundan tuttuğu için, kimse ihtiyaç fazlasına tenezzül etmez, kimse kimsenin önüne geçmeye kalkmaz, kimse hakkının yendiği zırvalıklarıyla gerilim yaratmaz, sorun çıkmazdı.
Rüyamın akşam yemeğinde, tatlı niyetine, içinde dünyanın bütün renkleri olan bir tas kondu masama. Sordum ‘bu nedir’ diye? Dedi ki rüyamda nereden geldiğini anlayamadığım bir ses: “Harmanda izi olmayanın, yemekte gözü olur mu?” tatlısı… Biraz tuhaf geldi adı ama lezzeti enfes bir tatlıymış! Keşke bu leziz tatlıya, gözümüzü açıp, hayata karıştığımızda da erişsek… Şimdi tatlı geçinenler biraz kızabilir bana ama tatlı ne demekmiş, o zaman görecek herkes. Ahhh ah!
Akşam yemeğinden sonra bir ”ders çalışma“ süresi verilir ve günlük program genel olarak 21:30 ya da 22:00’da sona ererdi. Yönetici öğrenci ve öğretmenler tüm öğrencileri yatırırlardı. Genel olarak bir öğrenci yangın ya da olası başka bir tehlikeye karşı nöbetçi kalırdı.
Enstitünün haftalık programı cumartesi günü saat 12:00’de sona ererdi. Bayrak töreninden sonra genel bir toplantı yapılır, nöbetçi ekip görevi yeni ekibe devreder ve tüm enstitüde temizlik kontrolü yapılırdı. Ama ne kontrol! Tencere diplerinden, raf tepelerine kadar…
Sonra yatağımda sağa sola dönmeye başladım. Bir huzursuzluk geldi oturdu karnımın üstüne. Karnımda şiddetli bir sancı. Sonra başım karıncalanmaya başladı. Uyandım irkilerek baş ağrısıyla. Oysa ki ne güzel bir rüyaydı gördüğüm. N’oldu ki şimdi? Her zaman yaptığım gibi, odamın perdesini parmak ucumla aralayıp, beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan, bahçedeki yaşlı nar ağacına baktım uzun uzun. Sordum ona ağzımı bile kıpırdatmadan: “N’oldu nar ağacı bana? Neden rüyam kesiliverdi aniden?” Nar ağacı şöyle bir salındı, bir-iki kendi gibi sararmış yaprak düşürüverdi dalından. Sonra bir iç geçirdi ve belli belirsiz, fısıltıyla yanıtladı beni: “Ne diyeyim sana ey çocuk, bizimdi, biz geliştirmiştik, bin senelerin yorgun katırına, kuvveti dağlara sığmaz bir doru at kıvraklığı aşılamıştık. Şaha kalkmıştı eğitimin atı. Ama vurdular onu. Koruyamadık. Şimdilerde sızlansak kaç para eder? Umudunu yitirme sakın, gün gelir, o ata henüz doğmamış çocuklar yeniden biner. Çünkü öyle hazin günlerden geçiyoruz ki; at izleri, it izleriyle kapatılmaya çalışılıyor. Korkma! Vazgeçme! O at şimdi rüyanda şaha kalktıysa, gün gelir çocuğun ona eğersiz biner gene. İnan o günlere ve kalk artık yattığın yatağından. Rüyanı gerçekleştirmek istiyorsan çünkü, önce uyanman gerek!”
..
Hayrettin Filiz.

Hiç yorum yok: