Powered By Blogger

Köy Enstitülülerin Anıları...

''O akşam yeni gelenleri, öğrenci görevliler ve hemşireler karşıladılar. Yemekhaneye götürüp karınlarını da doyurdular. O ana kucağı kadar sıcak ve güvenli bulduğumuz “ Köy Enstitüsü”nde bizlere ranzalarda sakız gibi çarşaf ve nevresimlerle yatak hazırladılar.
Bize kucak açan, bize sahip çıkan ağabeylerimiz ve hemşerilerimizle yatakhanede geç vakitlere kadar anlattık. Geç yatsak da sabahleyin capcanlı ve dipdiri olarak kalktık. Çünkü hava mis gibi reçine kokuyor ve beyinlere bol bol oksijen gönderiyordu. Sabah dört kez çalan ve ortalığı çınlatan “ Kalk” kampanasıyla uyandık. Kampanayı duyanlar kalktılar. Uyanamayanları da yatakhaneleri tek tek dolaşan nöbetçi öğretmen uyandırdı. Uyanan ağabeyler ihtiyaç gidermek için lavabolara koştular. Sabah temizliğini bitiren her öğrenci sabah kahvaltısına da yetişti. Ben de hemşeri ağabeylerimle kalktım, sabah temizliğinde onların yaptığı her şeyi ben de aynen yaptım. Yemekhanede bizim için de bir masa ayrılmıştı. Yeni gelenleri o masaya aldılar. Kahvaltıda çay ve zeytin vardı. Kahvaltısını yapanlar yemekhaneden çıkıyor, toplantı alanında toplanıyorlardı. Görevli ağabeyler bizi idareye götürmek üzere toplantı alanının bir kenarında beklettiler. Alanda toplanan enstitü ailesinden kültür dersi olanlar dershanelere, sanat dersi olanlar atölyelere, tarım dersi olanlar da bahçelere ve çiftliğe gönderildiler. Enstitü bir arı kovanı gibiydi. Her can ve her öğrenci görev ve sorumluluğuna sağlam bilinç ve inançla koşuyordu. Ben ve benim gibi yeni gelenler görevli ağabeyler tarafından üzerlerimizdeki evrakları teslim etmek üzere idareye götürüldük. Her birimiz üzerimizdeki evrakları müdür yardımcısına vererek Enstitüye kesin kaydımızı yaptırdık.
Kesin Kayıt
Ben ve aşağıda adları bulunan arkadaşlarım Enstitünün Eğitimbaşı’sı ( Müdür Yardımcısı) rahmetli Zeki Tunaboylu’ya çıkıp kaydolduk ve de 1-B şubesini oluşturduk. Okul numaram 280 idi. Ben artık enstitü kütüğüne girmiş, ana deftere yazılmış bir öğrenciydim. Benden önce ve benden sonra kaydolan öteki birkaç arkadaşımın adı ve numaraları şöyleydi.
260 Ahmet AVCI ( Edremit),
261 Melekşan GÖRÜR (Çanakkale),
262 Neşet ŞALLI ( Çanakkale),
263 Mahir CÖMERT ( Çanakkale),
264 Ekrem BAŞARAN ( Çanakkale),
265 İbrahim DERELİ ( Kepsut),
266 Vahit ŞENOL(Çanakkale),
267 Yaşar TARAN ( Erdek),
268 Burhanettin RİKKAY( Çanakkale),
269 Hüseyin ASLAN ( Manyas),
270 Sabri DAMAR (Çan),
273 İdris ÇİFTÇİ (Bigadiç),
275 Remzi ŞİMŞEK (Susurluk),
276 Ayhan ŞENTÜRK (Sındırgı),
277 İsmail DİNÇ (Bigadiç),
278 Osman ÜNALAN (Bigadiç),
279 İsmail ÖZGÜÇ (Bigadiç),
280 Şefik KOMAN ( Manyas),
281 Hasan MENTEŞ (Manyas),
282 Recep ŞEN ( Susurluk),
283 Hüseyin ÇÖREKÇİ ( Edremit),
284 Saadettin SEZGİNER ( Manyas),
285 Asım AKDENİZ (Manyas),
286 Hamit KARTAL ( Çanakkale),
288 Mehmet KARACA,
289 Fahri ATEŞ ( Edremit),
290 Mustafa ALTAY ( Edremit).
Çınaraltı
Benden birkaç gün daha geç gelip 1-C şubesine kayıt yaptıran Talat BAYCAN Manyas’ın Kızıksa köyündendi. Talat saz gibi zayıf ama çok kibar bir arkadaştı. Bir gün onunla tanıştık ve birbirimizi de çok sevdik. Hemşeriymişiz meğer. Boş zamanlarımızda ( ders, sanat ve tarım çalışmaları dışında) sık sık buluşuyor, buluştuğumuz zamanlarda da en çok Çınaraltı’na gidiyorduk. Çınaraltı Enstitüdeki asırlık bir çınarın altıydı.
Bir Pazar günü öğle yemeğinden sonra onunla buluşacak, yine Çınaraltı’na gidip dertleşecektik. Sözleştik. Okulun kampanası iki kez vuruldu. Belleğimizden çıkmayan ve çok uzaklardan rahatlıkla duyulabilen bu ses, yemek anlamına geliyordu.’Yemek Vaktiydi’ yemekhaneye girip yemeklerimizi yedik. Yemekler nefisti. Enstitüde öğrencilere ayrı, öğretmenlere ayrı yemek çıkmıyordu. Öğretmenler de öğrenciler için pişen yemeklerden yiyorlardı. Masamızda öğün tatlısı olarak lokma tatlısı vardı. Enstitü aşçısı Bolulu Mehmet Usta tüm yemekler gibi lokma tatlısını da şahane yapıyormuş meğer. O öğle yemeğinde tadı damağımızda kalan o nefis lokma tatlısını da yiyip, ağzımızda kaybolmayan şeker tadıyla yemekhaneden çıktık. Talat’la buluşup yine Çınaraltı’na gittik.
Çınaraltı yeşil bir halıya benziyordu. Talat’la gezinip yeşil otların en kaba ve en yumuşak olduğu yere dirseklerimiz üzerine uzandık. Başlarımız birbirine yakın ayakuçlarımız açıktı. Yani bir pergelin ayakları gibiydi ayaklarımız. Hemen hemen altmış derecelik bir açı çiziyorlardı.Talat o kadife yumuşaklığındaki sesiyle: “ E.. Şefik, biz artık birkaç gündür enstitünün kayıtlı öğrencisi olduk. Olduk olmasına, ama ben gelecekten pek umutlu değilim. Çünkü zaman çok uzun ve şartlar ağır.” dedi. Ben onun bildiklerini bilmiyordum. Onun için gelecekten hiç kuşkulu ve tedirgin değildim. “Ne var Talat? Gelecekten neden bu kadar kuşkulu ve tedirginsin?” dedim. Bana:” Bak Şefik, biz burada beş sene okuyacağız. Hadi diyelim ki okuduk, bu beş sene geçti. Ondan sonra da devlete yirmi yıl borçlanacağız. Yirmi yıl mecburi hizmetimiz olacak. Beş yıl, yirmi yıl daha. Etti mi yirmi beş yıl? Benim bu yılları hiç gözüm kesmiyor. O kadar yaşayacağımı da hiç tahmin etmiyorum” dedi. Fakat yine de Talat, ruhundaki bedbinliği atıp mutluluklara koşmak için bir mücadele veriyordu.''
.
Fotoğraf: SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ
(40'LI YILLAR)
BeğenDaha fazla ifade göster
Yorum Yap

Hiç yorum yok: