''Köy Enstitülerinde eğitime, öğrencilerin bulundukları düzeyden başlamak başlıbaşına bir ilke sayılabilir. Onların ilk günlerde getirdikleri bilgi birikimi ürkütücüdür. Enstitü Müdürlerinden İ. Sefa Güner, o ölmez anılarında köy çocuklarını betimlerken, “çok az kelime bilirler. Sorulara ’hı’ ya da ‘cık’ diye cevap verirler. Onları yeni tanıyanlar umutsuzluğa düşer” diyor. (İ. S. Güner, Köy Enstitüsü Hatıraları, 1963, s. 34).
İzahname’de ise şu direktifler veriliyor:
İzahname’de ise şu direktifler veriliyor:
Köy Enstitüsüne alınan talebenin konuştukları dille, yazı dilimiz arasında büyük ayrılık göze çarpmaktadır. Çocukların köy aleminden öğrenerek getirdikleri dilin malzemesi arasında mevcut birçok kelimeler, tabirler, darbı meseller, teşbihler onların içinde doğup büyüdükleri alemi hakiki renkleri ve tam manasıyla anlatma bakımından çok kıymetlidirler. Bu itibarla talebeye öğretilen yazı dilimizi bu kıymetlerle hem zenginleştirmemiz hem de süslememiz lazımdır. Osmanlıcanın uydurma, çirkin, realiteye uymayan, mariz (hastalıklı) tabirleri ve kelimeleri yerine köy kaynağından fışkıran canlı, güzel ve kuvvetli kelimeleri koymayı milli davalarımızdan biri addetmeliyiz. Talebenin bu karakterdeki yazılarıyla, Enstitüdeki yaşayışlarından başlayarak, temasa geldikleri türlü konuları manzum veya mensur parçalar halinde yazmalarına önem verilmelidir. Böylece onları düşündüğünü, duyduğunu, güzel, açık, doğru bir şekilde yazabilen insanlar haline getirmelidir.
Enstitü talebesi, tıpkı güzel yazılarda olduğu gibi düşündüğünü, duyduğunu, gördüğünü ve tasarladığını resimle ifade edecek şekilde de yetiştirilmelidir. Enstitüdeki müzik çalışmalarıyla, milli oyunları talebeye öğretmekte güdülen maksat da onları, iç alemlerini bu vasıtalarla ifade etmeye alıştırmaktır. Yukardan beri anlatılan bu faaliyetlerin hepsine öğretmenlerin de katılmaları şarttır. Ancak bu yolla köy Enstitülerini daima insan enerjisi fışkıran, hamle halinde bulunan, orijinal iş metotları bulan ve eser yaratan bir kurum halinde bulundurabiliriz. (s 112).
Kuşkusuz, köy kaynaklı bilgi ve zevk birikimi yeterli olmayacaktı. Oradan getirilen malzemenin, çağdaş ölçülere göre değerlendirilmesi, işlenmesi ve karşılaştırılması gerekecektir. Bunun için de “Köy Enstitüsü öğretmenlerinin, usta öğreticilerinin, kendi meslek ve işleriyle ilgili kaynaklarla birlikte senede en az, memleket ve dünya muharrirlerinden 24 eser okumuş olmaları ve aynı okuma zevk ve itiyadını talebelerine de sindirmeleri en başta gelen vazife şartlarından biridir.” (İzahname, s. 98). Bunun aksadığını hisseden Tonguç, yukarıda anılan 4 Aralık 1944 tarihli mektubunda, “Şartlar ne olursa olsun, hangi mevsimde olunursa olunsun, her gün öğrencilere serbest okuma yaptırılacak ve onlara kitap okuma alışkanlığı kazandırılacaktır” diyor. (Mektuplarla, s. 90-91). MEB tarafından çevirileri yaptırılan beş yüzü aşkın klasiklerin en çok okunduğu yerler Köy Enstitüleri olmuştur. Bu etkileşim sayesindedir ki, Köy Enstitüleri, hem kurumsal olarak hem de yetiştirdiği aydınlar yoluyla ülke ve dünya kültürüne katkıda bulunmuştur. Mezunlar, gittikleri yerlerde okuma, araştırma, güzel sanatlarla ilgilenme duyarlılığı göstermişlerdir. Özellikle, Hasanoğlan’da açılan “Yüksek Köy Enstitüsü”, bir yandan kuramsal çalışmalara, öte yandan da derleme, inceleme ve araştırmalara ortam hazırlamıştır. Burada çıkarılan Köy Enstitüleri Dergisi ve çeşitli Enstitülerin çıkardığı dergi ve gazeteler, gençlerin, ulusal ve yerel kültürden evrensel kültüre doğru etkilendiklerini göstermiştir. Köy Enstitüsü eğitimin, kuram-uygulama ilişkisi sayesinde farklı bir nesil ortaya koymuştur.''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder