''Anıttepe’nin eteğinden demiryolu tünellerinin girişlerindeki yarmalar gibi toprağı kazıyor, aşağılardaki çukur yerleri dolduruyorduk. Kazma işini kazmalarla, doldurma işini de küreklerle yapıyor, taşıma olayını ise 60 cm genişliğinde döşenmiş raylar üstünde gidip gelen bir dekovil vagonuyla sağlıyorduk.
Dekovil hattında aşağı doğru meyilli olduğu için toprak dolu vagon kolay iniyor, dökülme noktasında kalaslardan yapılma iskelede boşaltıldıktan sonra küçük ve hafif olduğu için yine Anıttepe’nin eteğine kadar yine kolay taşınılıyordu. Vagonu yukarı doğru ite ite çıkarıyorduk. Tarım derslerinde tarım grupları toprağı getirip iskeleye döktükten sonra dağıtıp düzlüyorlardı.
Savaştepe Köy Enstitüsünün, şimdiki idare binasının olduğu yer o zaman bizlerin doldurup düzenlediği alandı. Şimdi oraya iki katlı kocaman bina yapılmış ( tabii ki müteahhit işi) ve duyduğumuza göre hafif şiddette yaşadığı deprem sonucu da duvarları birkaç yerden çatlamış, Halbuki enstitü öğrencilerinin yaptıkları o mütevazı yapılar birkaç deprem yaşadıkları halde hala dimdik ayakta duruyorlar.
Tarım dersleri dışında ( hafta tatili aralığında) bazen boş dekovil vagonuna biner, raylar üzerinde eğimli olan iskeleye doğru kayardık. Çocukluk değil mi hoşumuza giderdi dekoville oynamak. Ama bunu yaparken, bu sevdiğimiz oyunu oynarken sık sık da Enstitünün usta öğreticilerinden Ali Usta’ya yakalanırdık. Ali Usta bize bağırır çağırır, bizi korkutup kaçırtırdı. Ne de olsa o da bir öğretici, bir öğretmendi. Onun yumuşak huyluluğu bizi şımartır. Onu bağırtmaktan adeta hoşlanırdık.
Hiç unutmam… Unutamam… Bir gün bizi enstitü müdürümüz Sıtkı Akkay’a o farklı şivesiyle şikayet ediyordu. “Müdür bek!!! Müdür Bek !!! Bu çocuklar beni hiç dinlemiyollar!!! Dekovillere biniyollar da, ittiriveriyollar… Haydaaa!!!...” diyordu. Müdürümüz Sıtkı Akkay’da Ali Usta’yı dinliyor, onu teskin ediyordu: “Olur mu Ali Usta… Olur mu hiç? O çocuklar seninde çocukların. Sen de onların öğretmenisin… Seni dinlemez olurlar mı hiç? Eğer dinlememişlerse ben darılırım onlara” diyordu.
Gözümüzün kirpiği, gönlümüzün çiçeği gibiydi Ali Usta. Bizler onu çok, pek çok severdik. Ama biraz da bizlere bağırsın isterdik. Çünkü konuşması çok hoşumuza gidiyordu.
O da bizi sever, yetkili olduğu halde hiç canımızı yakmaz, hiç tokat atmaz, kulağımızı bile çekmezdi. Ali Usta canlı bir iyilik timsaliydi. Melek gibi filan… O bizsiz, biz onsuz yapamazdık. Et ve tırnak gibiydik yani… Şimdilerde göçmüştür her halde bu dünyadan. Orada da yine usta öğretici midir bilinmez ama bilinen bir şey var ki biz onu çok severdik. O da bizi… ''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder