Powered By Blogger

3 Mayıs 2016 Salı

BAYRAMLARDA ÇALIŞIRIZ BAYRAMLAR İÇİN...


Kurban Bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi... Eskişehir ovalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi suyu iri iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kapağı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerde pelerinlerimizle oturuyorduk da gene de ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi, yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. Üç gün bayram izni vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik? Köyü yakın olanlar gitti ancak.
Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak, dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağız çehresi ile bir heykel gibiydi. Yere atlayacaktı sanki. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi ceplerimizden çıkardık.
"Arkadaşlar!" diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın kesinlikle yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. "Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz" dedi. Olduğumuz yerde birkaç kez sıçramamızı ve kuvvetli kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti.
"Bugün bayram" dedi."Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var; ya içeri gidip tekrar sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle yararsız hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı küreği alıp yurdunu düşmandan kurtarmaya koşan bir asker coşkusu ile santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür ne sıcakta yanar. O yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır. Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın. Bakın size bu savaşta geçen bir olayı anlatayım. Görün inanmış insanın gücü neymiş... Biliyorsunuz Alman birlikleri Norveç'i istila ettiler. Fakat Almanlar hiçbir yerde Norveç'teki kadar kuvveti bir tepki görmediler. Çünkü Norveçliler yurtlarını seven insanlar. Hürriyetleri uğruna canlarını esirgemezler."
Ve sıfırın altında 40 derece soğukta iki Norveçli askerin akıl almaz kahramanlığını anlattı.
"Onlara bunu yaptıran güç yurtseverlikti, aldıkları göreve bağlılıktı. Bir memleket işte böyle insanlar sayesinde kurtulur ve böyle insanların omzunda yükselir" diye bitirdi. "Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektriklerimiz yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularımız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız yurdumuzu bu gerilikten, bu karanlıktan kurtardığımız gün başlayacaktır. Şimdi bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: 'Bayramlarda çalışırız, bayramlar için!' Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin."
Heyecanlanmıştık. Üşümemiz geçmişti.
"Hepimiz geleceğiz" diye bağrıştık.
"Bayramlarda çalışırız, bayramlar için!"
"Bayramlarda çalışırız, bayramlar için!..."
Altı yüz kişi böyle bağırdık.
Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşturmadır başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması, belki sadece savaşlarda görülür.
Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırkkız Dağ'ından doğru zehir gibi bir rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağımız belli bile değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleşip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar, ama bayram günü bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşırıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi - köyü yakın olduğu için izinli ya- bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz.
Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:
"Bayramlarda çalışırız, bayramlar için!"
Arkasından marşımız:
"Sürer eker biçeriz güvenip ötesine
Milletin her kazancı milletin kesesine
Toplandık baş çiftçinin Atatürk'ün sesine
Toprakla savaş için ziraat cephesine
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz."
Koca ova çınlıyor. Ta uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın sessizliği yırtılıyor.
O gün kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün ta bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu aldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek türküler, marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamandı, santral havuzuna döktük. Sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı "ÇKE" (Çifteler Köy Enstitüsü) yandı. O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. "Yaşa, var ol!" seslerimiz ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen, en içten bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. "Aferin ulan eller!" diyordu, "bu elektriğin yanmasında senin de payın var, yaşasın." Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.
Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı kutladı. Her nokta koyuşta "sağ ool!" diye bağırıyorduk "Şimdi" dedi, "depomuza su dolacak; banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz.!"
"Yükselteceğiz" diye bağırdık!.
"Bayramlarda çalışırız bayramlar için!"
"Bayramlarda çalışırız bayramlar için!" İ
çeri girdik, musluklardan şakır şakır sular akıyordu. Birbirimizi tebrik ediyorduk.
Unutulmaz bir bayramdı.
Talip APAYDIN

.

Fotoğraf:
Savaştepe Köy Enstitüsü -1948

''Enstitü'' kelimesinin anlamı ise araştırma ve inceleme anlamına gelmektedir.''

'Yılın 12 ayında açık olan Köy Enstitülerinde kesintisiz olarak beş yıllık bir eğitim sistemi vardı. Ancak dini bayramlarda bir hafta izin verilirdi. Bir fabrikada olduğu gibi vardiya halinde eğitim öğretim, zanaat, ziraat ve iş eğitimi veriliyordu. Okulun sınıf ve şubeleri bu iş yerlerinde başlarında usta öğretici veya öğretmenleri ile günlük veya haftalık sıra ile çalışırdı. Okulun öğretim sistemi, bir köy halkının ihtiyacı olan çalışma alanlarını kapsardı. Erkekler için zanaat dalında demircilik, yapıcılık, marangozluk, motorculuk ve ziraat işlerinde ziraat aletleri, bakımı, meyvecilik, sebze yetiştirme, hayvancılık, arı yetiştirme; kızlar için de halıcılık, dikiş ve nakış vb. zanaat dalları öğretilirdi. Sağlık eğitiminde de köyün ihtiyacı göz önüne alınırdı. Kasabadan, şehirden uzak olan bir köy için tüm gereken araştırma, inceleme ve bilgiler üzerinde çalışılırdı. ''Enstitü'' kelimesinin anlamı ise araştırma ve inceleme anlamına gelmektedir.'' İbrahim Çiçek

Bugün memleket baştan başa bir dershane halindedir...


.
''Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde eğitim yoksunluğunun yadsınamayan rolünü görerek savaş sırasında bile eğitimin önemi ve gereği üzerinde duran Atatürk'le aynı duyarlılığı gönülden paylaşan İsmet Paşa da ülke kalkınmasının eğitimle yakın bağlantısının bilincindeydi. O da hedeflenen çağdaş, kalkınmış Türkiye'ye ancak tüm kırsal kesimin eğitilmesini içerecek bir toplumsal proje ile varılabileceğini düşünmüştü. Bu amacın gerçekleşebilmesi için İnönü, Başbakan olduktan sonra daha yapıcı adımlar attı. Hükümet programı ve bütçesi içinde eğitime en ön planda yer verdi. Yaptığı konuşmalarda ülkenin ancak ilk öğretimin yaygınlaştırılmasıyla aydınlık bir geleceği olabileceğini sık sık dile getirdi. Eğitimde hedeflenen yaygınlığa ulaşabilmek için öncelikle öğretmen sayısındaki yetersizliğin giderilmesi gerektiğini düşünen İnönü, bu mesleğin saygın ve özendirici hale getirilmesine başlatılmış eğitim seferberliği kadar önem verdi. "Milletçe ve elbirliğiyle gayret ve hamlelerle" öğretmen açığının giderilebileceğine güvendi. öğretmenleri yüreklendirebilmek için maarif kongrelerine katıldı, hep söz aldı, özenle konuştu. 3 Mart 1924'te onanan öğretim Birliği yasasından sonra, "Kafaları mazinin demir çemberi içinde kitlenen milletin vay haline" diyerek öğretmenlere "Bilirsiniz ki bütün dünya milletleri içinde her an ve her vesile ile bağıra bağıra söylediğimiz bir iddiamız vardır: Biz de her medeni millet gibi en yüksek medeniyet seviyesine müstehak ve müstait bir milletiz diyoruz. Bu iddianın doğruluğu, hepiniz biliyorsunuz ki, asıl fikri sahada, asıl ilim ve fenle tahakkuk edebilir. Sizler bu milleti harsiyle, içtimai hayatiyle, bütün ilim ve fenniyle en yüksek medeniyet seviyesine çıkaracak işçilersiniz. Vazifeniz hakikaten çok şerefli, fakat çok ağırdır.... Sizler için asla fütur yok, azim ve ümit var... Vazifeniz hem uzun hem de mahrumiyetli sürecek... Bugün memleket baştan başa bir dershane halindedir..... Türk milleti bu dershaneden muvaffak çıkıncaya kadar çalışacak ve muvaffakiyetle çıkacaktır.'' İsmet İnönü.
*
KÖY ENSTİTÜLERİ ARAŞTIRMACILARINA KAYNAK OLACAK BİR KİTAP;
''BİR EĞİTİM DEVRİMCİSİ: İSMAİL HAKKI TONGUÇ''
ENGİN TONGUÇ'UN KALEMİNDEN...

KEPİRTEPE ŞAHİDİ..


'' Mehmet Başaran, Kepirtepe’nin ilk günlerinde çadırlarda kaldıklarını ve ilk iş olarak Lüleburgaz’dan su getirerek 1941 yılında ana binayı bitirdiklerini, ayrıca açılan artezyen kuyusu sayesinde su ve elektrik ihtiyacını karşıladıklarını haber vermektedir.Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün kurulması ve yaşatılması II. Dünya Savaşı yıllarında hiç de kolay olmamıştı. Enstitüler içinde savaş yıllarının en çok talihsizliğine uğrayan, yer değiştiren, türlü sıkıntılarla karşılaşan Enstitü budur. Kepirtepe şahidi Başaran “Savaş önlemleri ağır” şeklinde başlayan sözlerine, kitabında şu şekilde devam etmektedir: “Günde üç yüz gram ekmek, doymuyoruz. Köyleri yakın olan arkadaşlar gidip ekmek getirdiklerinde, nasıl saklayacaklarını bilemiyorlar.” Ancak savaşın sona ermesiyle birlikte Kepir’de su kuyusu açılarak okulun suya kavuşması ve okul yakınlarındaki santralin çalıştırılarak bir de elektriğin gelmesi sevindirici olmuştu. 1948 yılında enstitüye alınacak beş yüz ton odun ve pirinç ihalesini haber veren bir belge savaş sonrası durumun bir nebze düzeldiğini göstermektedir. Yine üç yıl sonrasına ait enstitünün 145.000 kilogram ekmek ihtiyacının pazarlıkla teminini emreden belge de dikkât çekicidir''
.

Ben başöğretmenim, dam aktarıcısı değil!

''Yıl 1944. Ilgaz dağlarının eteklerinde bir köy... Köy Enstitüleri için güç bela aldırılmış dört jipten biriyle çok sayıda köyü bizzat gezmesiyle tanınan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, okulun önünde araçtan iner. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında uzun süre kapıyı açtırmaya çalışır. Sonunda okulun başöğretmeni gelir ve okulu gezdirmeye başlar. Tonguç, daha yeni inşa edilmiş okulun sınıflarından birinde tavandan damlamakta olan suyu görünce başöğretmene nedenini sorar.
Başöğretmen umursamaz bir tavırla;
- Birkaç kez Çankırı İl Eğitim Müdürlüğü’ne yazdım ama kimse ilgilenmedi, der.
Tonguç;
- Peki, siz bir şeyler yapamaz mısınız?” deyince başöğretmen birdenbire çıkışır:
- Ben başöğretmenim, dam aktarıcısı değil!
İlköğretim Genel Müdürü’nün bu sözleri duymasıyla bahçeye fırlaması bir olur. İnşaattan kalma bir merdiven bulur. Çatıya tırmanarak kırık kiremitlerin yerini tespit eder ve yenileriyle değiştirir. Bütün bunlar birkaç dakika içinde olup bitmiştir. Tonguç, aşağı inince başöğretmene dönerek;
- Bir daha dam akarsa Çankırı’ya bildirme. Hemen bana haber ver, ben gelir hallederim, diyerek kartını uzatır.
Başöğretmen elindeki kartta yazan isme ağzı açık bakarken Tonguç çoktan başka bir köye gitmek üzere uzaklaşmıştır bile...''
.

18 bin öğretmenin 13 bin 182'si Köy Enstitüsü mezunuydu...

1937 - 1938 döneminde 2 enstitüde 5 kadın öğretmen, 21 erkek öğretmen, 286 öğrenci ile başlayan proje 1946 yılında 20 enstitüde 119 kadın, 403 erkek öğretmen, 15 bin 529 öğrenci ile eğitim vermeye başladı. Bu dönemde proje hedefe ulaşmış da gözüküyordu. 1939 yılında toplam köy öğretmeni sayısı 6847 iken bu sayı 1950 yılında 18 bin 426'ya çıkmıştı. Bu 18 bin öğretmenin 13 bin 182'si Köy Enstitüsü mezunuydu.
Öğrenciler hayatın her alanında yetiştirilmekteydi. Türkçe, fizik, matematik, tarih ve yurttaşlık bilgisi dersleri yanında, ziraat dersleri ve pratik çalışmalar yapılıyor, aynı zamanda sanat alanında da öğrencilere beceri kazandırılıyordu. Örneğin Aşık Veysel Köy Enstitülerini gezerek öğrencilere saz çalmasını öğretiyor, okullarda keman konserleri veriliyor, Mozart'ın rondoları özellikle öğretiliyor, Anton Çehov'un eserlerinin temsili yapılıyor, Moliere, Sofokles, Gogol ve Shakespeare'in tiyatro eserleri canlandırılıyordu. Örneğin 1945 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde 3 piyano, 55 keman, 259 mandolin bulunmaktaydı. Köy Enstitüleri kültürel anlamda da bir atılım manasına geliyordu.
.

ÖKSÜZ YAMALIĞI....


.
“Anadolu’da lapa lapa yağan kara ‘öksüz yamalığı’ derler. Bu, üşütücü karın büyüklüğünü olduğu kadar, evinde odunu, tezeği olmayanların acınacak durumunu da anlatır. On bin köyün okulsuzluğu, buna karşılık Köy Enstitüleri’nin, Halkevleri’nin kapatılmış olması, ışık bekleyen kafalara, ‘öksüz yamalığı’ büyüklüğünde karanlığın yağdığını, toplumumuzu dönülmez bir ortaçağ anlayışına hızla sürüklemekte olduğunu gün gibi apaçık göstermektedir.” Mustafa Ekmekçi.
.